|
Mustafa AYGÜN - Bir Çeşit Özgeçmiş
Yıllar önce kaleme aldığım bir çeşit özgeçmişimdir. 1963 yılında Yugoslavya 'da doğdum. Türk kökenli bir ailenin en küçük çocuğu olarak doğduğum için annem ve ablamlar tarafından özellikle çokca şımartıldığımı zannediyorum. Çünkü zaman ilerleyip büyüyünce ve kız arkadaşlarim olmaya başlayınca ''sen ne kadar şımarık ve kendini beğenmişsin böyle'' sözlerini sıkça duyar oldum. Eh ne yapayım bu benim suçum değil beni boyle yetiştirmişler. Konumuzun Aikido oldugunu düşünerek şımartılmaya başladığım çocukluk günlerimden mümkün olduğunca savaş sanatları ile tanıştığım yıllara gelmeye çalışacağım. 6 yaşında ailemle birlikte Türkiye'ye gelerek yabancılara mahsus oturma teskeresi ile tanıştım. (Türkiye'de uzun sureli kalan yabancılar, yabancılar şubesine gidip polisten bu belgeyi almak zorundalar). 1969 yılında geldiğimiz Türkiye'de 1975 yılına kadar (bu arada ilkokulu da bitirdim) yabancı olarak yaşadıktan sonra devlete yaptığımız başvuru kabul edildi ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduk. Evet artık karşınızda Türk vatandaşı Mustafa Aygün var... Istanbul Kartal'daki Cevizli İlkokulundan sonra, Maltepe'deki Orhangazi Lisesi'ne ortaöğretim için kayıt oldum... İlkokulda olduğu gibi ortaokulda da çok başarılı bir öğrenciydim. Bunu ben söylemiyorum, aldığım teşekkür belgelerinden bazılarını hala saklıyorum. Ortaokulun ikinci sınıfındayken evimizin çok yakınında Judo ve Karate eğitiminin verildiği bir spor salonu açıldı. O güne dek benim için spor, futbol demekti. (Günümüzde hala milyonlarca kisi aynı fikirde sanırım) çok fazla reklamını yapmayan ya da yapamayan bu okul, artık benim ilgi odağım olmustu. Evimizin ikinci katından, salonun açık kalan penceresinden bazen içeridekileri görebiliyordum. Henüz dojonun kapısından girip dersi seyretmek için izin istemeye cesaret edemiyordum . O yıl yani ortaokul ikinci sınıfın bittiği yıl karar verdim. Çalışacak, para kazanacak ve karate öğrenecektim. Yaptım da. Kartal'da bir motelde oda temizlik gorevlisi olarak iş buldum. Maaşım 1250 liraydı ve bu benim için büyük paraydı çünkü o dönemin asgari ücretiydi ve asgari ücret henüz bu kadar sefil degildi Türkiye'de. Yaz sonunda biriktirdiğim parayla önce kendime okul kıyafetleri ve ders kitapları aldıktan sonra elimde kalan parayla tüm cesaretimi toplayarak karate salonuna gittim. Ikinci kattaki bu salonda kapıdan girince karşıma beyaz elbiseler giymiş bir kiz çıktı. Ona heyecan içerisinde kayıt olmak istedigimi anlattim. Sevimli bir gülümsemesi vardi. Benim gibi düşünen başka insanlar da çıktı sonralari ve bu kız yani Melike Zobu ünlenerek çokca film çevirdi (size bir sır; salondaki lakabı küçük ayı idi... ) Ve bu şirin kız küçük bir odaya gidip hocayı çağırdı. Hoca geldi. Aman Allah'ım iri bir adam. Sert bir yüz ifadesi vardı ve yanaklarından aşağıya dogru sallandırdığı bıyıkları ona daha da korkunç bir ifade veriyordu. Yapabileceğime inansam fırlayıp kapıdan kaçacaktım. Ama kaçamadım çünkü hoca ile konuşmaya baslamıştık. Hocamin adı Ahmet Berkol Ökten idi. Aylık ödemem gereken para 200 lira idi ve ben cebimdeki bütün parayı verdim. Bu 6 aylık ödemeye denk geliyordu (hocam hala soyler, "6 aylığını peşin yatırıp gelen tek öğrencidir Mustafa" diye...) Karate çalıştığım salon evime çok yakın olduğu için kısa bir süre sonra hoca salonun anahtarını da bana vermekte tereddüt etmedi. Okuldan gelir yemeğimi yer ve öğleden sonra salona gelirdim. Benden kısa bir süre önce başlamış olan Mehmet Yıldız isminde birisiyle de arkadaş olduk. Mehmet lokantalara damacana ile su dağıtırdı ve onun da işi öğlene doğru biterdi (tabii benim okulumdan bir farkla; o sabahin saat dördünde başlardı işe) Bütün gün öğleden sonra çalışırdık Mehmet'le. Çok güçlü ve çok esnek bir çocuktu Mehmet. Bir süre sonra askere gitti. Çok uzun bir zaman görünmedi ortalıkta. 1977 yılında başladığım Karate'yi çok fazla sevemedim. Belki de nedeni bacaklarımın yeterince esnek olmamasıydı. Tekme atmakta ve bacağımı kontrol etmekte pek başarılı değildim. Yine de iki yıla yakın çalıştım Karateyi. Bu arada belirtmem gerekir ki o ilk ödediğim 6 aylık peşin paradan sonra sadece birkaç ay daha para ödedim ve sonra parasızlık yüzünden ayrılmak üzereyken hocam Ahmet Berkol'un bana yaptığı bir iyilikle bir daha hiç para ödemedim derslere. Tabii ki ben de hocama borcumu ödemek için elimden geleni yapıyor ve salonla elimden geldiğince ilgileniyordum . 1979 yılına geldiğimizde artık farklı birşey yapmak istiyordum ve yine bizim salondaki Judo grubu sayesinde gerek çalısanlar gerekse de spor olarak Judo ilgimi çekmeye başlamıştı. Hocam bu isteğimi anlamakta gecikmedi ve eğer istersem Judo da yapabileceğimi söyledi. 1979 yılında başladığım Judo'yu büyük bir keyifle çalışıyordum. Müsabakalara katılmıyordum çünkü kanımca müsabik olmak için çok farklı bir çalışma içine girmek gerekiyordu ve ben de bunu istemiyordum. 1981 yılında liseyi bitirdim. Maltepe Orhangazi Lisesi'nde o fakir ama gerçekten çok özel okulda nice arkadaş, nice olağanüstü iyi ve fedakar hoca ile tanışmıştım. Matematik hocamız Mehmet Özmen Bey, Fizik hocamız Erol Üçyildiz, Felsefe hocamız İbrahim Bey ve son yılımızdaki Matematik hocamız, neredeyse bizimle yaşıt Aylin Hanım ve en çok sevdiğimiz, spordan kaynaklanan bir duyguyla çok özel bağlar kurduğumuz beden eğitimi hocamız Sevtap Hanım ..... İyi ki vardınız ve oradaydınız sevgili hocalarım... 1981-1982 yılında universiteye başladım. Marmara Üniversitesi İk.İd.Bl.Fak. İşletme Bölümü (girdiğimiz yıl henuz IITIA idi). Üniversitedeki ilk yılımda hocam Ahmet Berkol Kadiköy'de yeni bir salon açtı. Yeni açılan bu salon o gün için var olan en güzel özel spor salonlarından biriydi. Bu salonun açılması sırasında sayın Lemi Bağdatlılar'ın öncülüğü ile yabancı federasyonlara yazı yazıldı ve salonun varlığından haberdar edilerek destek olmaları istendi .Kimseden cevap gelmedi. Ancak yaklaşık bir yıl sonra 1983 yılının Haziran ayında salona bir Japon geldi. 5.dan Aikido hocası Kenji Kumagai. Bir japon firmasının Ortadoğu müdürlüğüne atanan bay Kumagai, vedalaşmak için gittiği Tokyo'daki Aikido genel merkezinden bizim dojonun adresini alarak Türkiye'ye geliyor. Önce bölge ülkeleri içinde merkez olarak Mısır'ı seçiyor ancak daha sonra bu fikrinden vazgeçerek İstanbul'a geliyor... Kumagai hocamız ilk olarak Ahmet Berkol hocamızın izni ile cumartesi günleri ders vermeye başladı. Kendisinin ilk öğrencileri arasında olup bugün halen Aikido ile bağını koruyan isimler şunlardır: Ahmet Berkol Ökten, Lemi Bağdatlılar, Ali Uludağ, İhsan Özgün, Yalçın Yenici, Neşe Altan, Mevlüt Zor ve bendeniz Mustafa Aygün. Bu ilk grup içerisinde sadece Mevlüt, hoca değildi, onun dışında hepimiz degişik branşlarda salonda hocalık yapıyorduk. Neşe, Yalçın ve ben Judo yapıyorduk ve zaman zaman da ders veriyorduk. Ali, Karate öğretmeniydi. Lemi Bey salonda cimnastik dersleri veriyordu. Ihsan Bey kıdemli bir Judocu olarak vardı. Ve tabii ki hepimizin başında hocamız Ahmet Berkol Ökten vardi. Dedim ya bu grupta sadece Mevlüt çömez smile) muamelesi görüyordu. Aikido derslerinde temel olarak bu grup vardı. Arada zaman zaman gelen arkadaşlar da vardı ama çok da düzenli değillerdi. Hocamız Kenji Kumagai'nin eşi Shigemi ve oğullari Shogo, Daijiro, Ryozo ve sonra da İstanbul'da doğan kızları Honami ile hep birlikte adeta bir aile olmuştuk. Aikido'yu büyük bir keyifle çalışıyorduk. Ahmet Berkol hocamız gayri ticari yanaştığı için bu olaya yeni üye almadan grubumuz bu kişilerle çalışmalara devam ediyordu. Küçük bir grup olmanın avantajı ile derslerimiz çok verimli geçiyordu. Yaklaşık iki yil sonra hocamız bizleri siyah kemer sınavına almaya karar verdi. Hepimizi büyük bir heyecan sardı. Kolay değil sınava giriyorduk. Ve sınav geldi çattı. Bir saaten fazla sürdü sınavımız (Ahmet Berkol hocam ve ben girdik sınava) ve sınav sonucunda yine Ahmet Berkol ve ben Türkiye'nin ilk resmi siyah kuşaklı Aikidocuları olduk (benim tanıdığım ilk aikidocu resmi bir derecesi bulunmamasına rağmen Sayın Lemi Bağdatlılar idi) Japonya'dan diplomalarımız geldiğinde, bir başka heyecanlandık. Salonumuzda bir parti verdik ve hatıra fotoğrafı çektirdik. Hocamız Kumagai de en az bizim kadar heyecanlı idi. Ben de heyecanlıydım.Ne de olsa Ahmet Berkol hocamla birlikte Türkiye'nin ilk siyah kemerli Aikidocuları olmuştuk. Bu arada üniversite eğitimim devam ediyordu ve ben hem çalışıp hem okuduğum için Aikido'ya geç kaldığım oluyordu. Hoca nedenini sordu ben de söyledim. Birkaç gün sonra Kumagai Hocam bana kendi şirketinde iş teklif etti. Daha önceki işyerimden aldığım paranın iki katı maaş, yabancı dil kursu için ücret ve dilediğimce Aikido çalışma şansı... Hayat çok güzeldi. Kendi ailemden çok hocam ve ailesi ile beraberdim ve her gün Aikido çalışıyordum. Doğrusu üniversite yaşantımda lisedeki kadar başarılı değildim bu nedenle okul uzadıkça uzuyordu. Hocam ve oğullari, özellike Daijiro, bana çok takılıyorlardı. Ama zaman geçiyor ve yavaş da olsa okul son senesine geliyordu. (yanlış anlamayın 4.değil 6.seneden bahsediyorum) Bu arada önce İhsan ağabey sonra da diğer arkadaşlar 2.dan olduk. Üniversite bitince hemen dilekçe ile başvurdum ve askere gittim. Ankara Etimesgut'ta 8 ay 201. kısa dönem olarak askerliğimi yaptım. Anlatmaya ne hacet, askerliğimi paşa olarak yaptım. Pardon, yani paşa paşa yaptım. Ben askerden geldiğimde Kumagai Hocamızın Türkiye'deki görevi sona ermiş ve Japonya'ya dönmüştü. Ama bu arada bana yıllar önce verdiği sözü tutmuş ve beni Japonya'ya davet etmişti. 1989 yılının Mart ayında Japonya'ya gittim. Askerden döndükten kısa bir süre sonra hocamın daveti üzerine Japonya'ya gitmek üzere hareket ettim. 11 saatlik bir uçuş sonunda önce Singapur'a vardım. Onca övgüsünü duyduğum Singapur'u görmeden, hele böyle bir fırsatı yakalamışken, geçmek mümkün degildi. Singapur çok güzel bir ülke. Singapur havayolarının hostesleri de çok güzeldi. Birkaç gün kaldim Singapur'da, ortalıkta öylesine dolandım. Çok sıcak ve nemli bir yer olan bu ülkede inanılmaz güzelikte hanımlar vardı. Yani melez bir ırk ve hepsi çok güzel. Neyse sevgili dostlar bu ülkede yaşadıklarım konusunda çok fazla ayrıntıya girmeden yolculuğun ikinci etabına geçiyorum. 7 saatlik bir yolculuk daha ve Tokyo Narita havaalanı. Uzun yolculuk beni oldukça yormuştu. Hareketsiz kalmak, çalışmaktan çok daha fazla yorucu olabiliyor bazen. Bir yatağa uzanıp, hareket etmeyen bir zeminde adam gibi deliksiz bir uyku müthiş cazip geliyordu doğrusu. Uzun bir dönem Japonya'da kalacağım için oldukça fazla eşya ile gelmiştim. Parasal olarak çok sıkıntılı bir dönemde olduğum için Japonya'da hiçbir sey satın almayacak şekilde bir bavul hazırlamıştım. Yani bavulum ağırdı ve ben bavulumla boğuşarak pasaport kontrole doğru ilerledim. Genç bir Japon görevli, gülümseyerek karşıladı beni. Nazikçe sorular sormaya başladı. Niçin geldiniz? Nerede kalacaksınız? Ne kadar kalacaksınız? Sorular sürüyordu. Aikido çalışmak için geldim. Hocamın evinde kalacağım. 3 ay kalacağım (vizesiz kalabileceğim süre idi bu nedenle bilerek 3 ay dedim). Son sorusu yine kibar bir yüz ifadesi ile ''uyuşturucu var mıüzerinizde?'' oldu... Gülümsedim, ''hayır bu sefer yok, belki gelecek sefere'' dedim. Hay demez olaydım, adamın yüz ifadesi birden değişti. Yahu ben şaka yaptım ama bunu şimdi adama biraz zor izah edeceğim gibi geliyor bana. Olabildiğince şirin hallerimi takınıp Aikido'cu olduğumu tekrar hatırlattım. Ülkemdeki ilk Aikido'culardan biriydim ve Japon'larla Japon kültürüne büyük ilgi duyduğumu, hatta Istanbul'da yaşayan bütün Japon'ların arkadaşım olduğunu, her hafta sonu onlarla beraber şehir dışına çıkıp ''softball'' oynadığımı, suşi ve sake'yi de çok sevdiğimi bir çırpıda izah edip, ne kadar çok aikido çalışmak için sabırsızlandığımı bir kez daha ifade ettim ve beklemeye başladım... İfadesiz bir yüz... Adamda hiç hareket yok. Bakışları üstümde, sanki adam kalp krizi geçirdi ayakta öldü ve bundan kendisinin de haberi yok gibi duruyor. Sonra gözlerini kırptı. Elinde neredeyse sayfalarınıçevire çevire eskittiği pasaportumu bana doğru uzatarak ''gambatte kudasai'' dedi. Bu Japonca'da ''elinden geldiği kadar mücadele et'' ya da ''sakın yılma'' gibi bir anlamı olan sözler... Ohhhh yirttık... Yerlere kadar eğilerek ve ağzım yırtılırcasına sırıtarak adama selam verdim ve hızla geçtim oradan... Önümdeki kapıdan çıkıp dışarıya çıktığımda şoke oldum. Aman allahım her yer çekik gözlü insanlarla dolu... Ne kadar da çoklar... Peki ben onların arasında beni bekliyor olması gereken hocamı nasıl bulacaktım? O beni buldu. Hoyyy !! diye bir ses duyunca hocamın beni bulduğunu anladım. Ses'e doğru döndüm ve hocamı gördüm. Heyecanla ve aylardır görüşmemiş olmanın verdiği bir özlem ve sıcaklıkla ona baktım o da bana, beni beş dakika önce kaybetmiş sonra da bulmuşçasına baktı. Gel der gibi bir işaret yaparak arkasını döndü ve yürüdü. Arkasından fırladım bu kalabalıkta onu bir gözden kaçırırsam onca insan arasında bulmam mümkün değildi diye düşünüyordum. Hoca önde kalabalığın arasından hızla yürüyor ben de koca bir bavul ve sırt çantasıyla posta maymunu Çita gibi arkasından yetişmeye çalışıyordum. Nasılsa binadan çıkınca şöförü çantamı alacak ve otomobilinde rahat edecektim. Ancak sanırım otomobili biraz uzaktaydı. Biraz sonra dayanamadım ve bir hamle ile yanına biraz daha yaklaşıp otomobilinin ne kadar uzakta olduğunu sordum. Durdu, bana baktı "Otomobilim yok trenle gideceğiz" dedi. Önce bir otobüse bindik. Sonra trene. Bu tren bizi şehire götürecekti. Ne güzel,eve varır varmaz hocamdan izin isteyip yatacaktım. Günlerden pazar, öğleden sonra belki uyku için biraz erkendi ama uzun yoldan gelmiştim ve çok yorgundum. Tren Narita havaalanından Tokyo‘ya giden özel bir trendi. Sanırım adı da SKYLINER‘dı Ueno tren istasyonuna geldiğimizde tren değiştirdik. Artık yorgunluğum had safhaya ulaşmıştı. Dayanamadım, sordum hocaya; ‘Evine daha çok yol var mı?’ Bana şaşırmış gibi baktı ve ‘eve gitmiyoruz, dojoya gidiyoruz’ dedi. Allahım sen bana yardımcı ol. Gittiğimiz dojo Saitama şehrinde Omiya diye küçük bir kasabanın dojosuydu. Hocası Ichitsuka son derece kibar ve sıcakkanlı dost bir insandı. Biz geldiğimizde ders başlamıştı. Alelacele soyunma odasına girdik ve giyinmeye başladık. Biraz sonra Ichitsuka Sensei yanımıza geldi ve bize hoşgeldiniz dedi. Hocam beni ona tanıştırdı. Ne dediğini anlamadım ancak Ichitsuka sensei’nin bakışlarından iyi şeyler olduğunu tahmin ettim. Ben de Japon geleneklerine uygun olarak eğilerek selam verdim. Başımı kaldırdığımda Ichitsuka sensei’nin tokalaşmak için uzattığı ancak ben eğildiğim için havada boş kalan elini gördüm. Hay allah yine bir pot kırmıştım galiba. Elini sıktım. Birlikte tatamiye çıktık. Yaklaşık 30 kişi vardı derste ve 60 tane meraklı göz benim üstümdeydi. Çalışmaya başladık. Ben oralara gelen ilk Türk aikido-ka‘ydım ve yalnız kendimi değil hocamı da bir ölçüde temsil ediyordum. Hem hocamı mahçup etmemek için hem de ülkemde kalan tüm aikido-ka‘larin gücü adına çalışmaya başladım. Her teknikte karşımdaki kişi değişiyor ve ben sürekli düşüyor, kalkıyor, düşürüyor sonra yine düşüyordum. Ders oldukça dinamik geçiyordu... Bana mı öyle geliyordu yoksa yanıldım mı bilemiyorum ama çalışan herkes bir yandan çalışıyor bir yandan da bana bakıyordu. Bu duygu bana güç ve hırs veriyordu. Gücümün son zerresine kadar boğuşuyordum. Artık gücümün bittiğine inandığım bir sırada ders bitti. Derin bir ohhh çektim. O sırada hocam Ichitsuka Sensei ile birşeyler konuştu. Diğerleri de kulak kabarttı. Ne dediklerini anlamaya çalışıyordum ama ne mümkün. Sonra hocam geldi ve dedi ki; ‘Mustafa, herkes sana hoşgeldin demek istiyor. Aikido’daki bir geleneğe göre hoşgeldin demek için herkesin sana dokunması lazim. Bunun için de en iyi yol seni herhangi bir teknikle 10’ar defa düşürmeleridir. İnanamadım. Nerdeyse bir yarım gün uçakla uçmuştum, sonra deliler gibi bir ders yapmıştım ve şimdi de beni dersteki herkes fazladan 10'ar defa düşürecekti. Derste 30 kişi vardi ve bu 300 defa düşürülmek demekti. Normal olarak derslerde ders sonunda 25 adet düşme yapılır ve bu herkesi de oldukça yorar. Ben 300 defa düşecektim... Gülümseyerek başladılar düşürmeye. Sırayla geliyor selam veriyor ve düşürüyorlardı. Önceleri sayıyordum düşmeleri. Sonra fark etmemeye başladım. Düşüyor ve kalkıyordum. Sanırım yavaş yavaş ölmeye başlamıştım. Vücudum artık kontrolümde değildi. Sonraları ağrılar da ortadan kaybolmaya başladı. Hiçbirşey hissetmez olmuştum. Ben herhalde ölmüştüm ve yukarıdan dojoyu seyrediyordum. Belki inanmayacaksınız ama bir an geldi ve kimse bana yaklaşmadı. Herkes durmuştu. Sonra sonra anladım. Herkes düşürmüstü beni ve ben galiba ölmemiştim. Bitti diye seviniyordum. Erken sevinmiştim çünkü hocam, sevgili hocam Kumagai beni düşürmelerini beğenmemişti. Yavaş yaptıklarını düşünmüş olmali ki onlara nasıl olması gerektiğini gösterdi. Bir fırtınada savrulan zavallı bir yaprağın neler hissetiğini kesinlikle anlamıştım... Öldürmeyen allah öldürmüyordu ve ben de ölmemiştim. Sadece Japonya'ya hoşgelmiştim |